İslami Tarihte Ve Müslüman Düşüncesinde ‘Muhalefet’

İslami Tarihte Ve Müslüman Düşüncesinde ‘Muhalefet’

Muhalefet Deyince
1.İhtilaf kelimesi, geniş manasıyla her hangi bir meselede uyuşmazlığı  ifade eder. İnsan yapısı, karakteri, fikriyatı, beklentisi vs nedeniyle farklı rey sahibi bir varlıktır. Bu yapısal ve yetişme tarzıyla ilgili bir özelliktir. Doğaldır.
Toplumsal hayatın varlığı ve devamı gereği bu özellikteki insanların bir arada yaşaması için şahıslar ve gruplar üstü bir uyum icap eder. Uyum farklı reylere dayalı kişisel ve grupsal ihtilafların yüksek seviyede bir mutabakata ve güvene dönüşmesini gerektirir. Böylece hayatın bütününü kuşatan siyasi, adli, ekonomik, ticari, mesleki, medeni, sanat, sosyal, ailevi vs alanlardaki işleyiş ve bu alanlardaki münasebetler bir düzen içinde birlikte yaşamaya dönüşür.
Toplumsal uzlaşının en temelde ne üzerinde olduğu ‘din ile’ ifade edilir. Felsefik, ideolojik, sosyolojik, siyasi ve tarihsel vaka olarak din, bir kentte, karye’de yahut ülkede toplumsal işlerin düzenlenmesinde esas alınan, ortak hukuk düzenini tesis eden, hiyerarşik statüyü tayin eden, iktidar itaat ilişkisini meşrulaştıran, huzuru ve güveni sağlayan inanç ve kabuldür.
Din, dünya görüşü olarak da bilinen, farklı reylerdeki insanları toplum kılarak birleştiren ve şekillendiren bir paradigmadır. Yapısal ve kurumsal işleyişi tesis edendir. İhtiyaçları karşılayan, ihtilafları çözendir.
Din, en temelde ilahi ve beşeri kaynaklı olmak üzere ikiye ayrışır. İslami literatürdeyse tevhid dini, şirk dini olarak iki farklı kategori olarak nitelenir.
Müslümanlar için din kelimesi, esasları ve çerçevesi Kur’an ve sünnet temelli bir inanç ve teslimiyettir. İnanç unsurlarının toplumsal hayatla bütünleşmesidir. Bu çerçevede iktidar itaat ilişkisiyle diğerlerinden ayrışan, tevhidi inanç temelinde şekillenen ‘milleti’ ifade eder.
Bu millet, dünya işlerini İslami şeri hukuk nizamına dayanarak çözmek için birleşen, diğer milletlerden bu sebeple ayrışan İslam milletidir. Dolayısıyla millet nas temelli istişare, içtihat ve icma yolu ile her bakımdan ihtiyaçlarını karşılar, muhtemel ihtilaflarını bitirip ittifakı sağlayarak kendi yolunda devam eder.
2.İslami literatürde muhalefet, iktidar sırasının kendisine gelmesi için fırsat kollayan, işi ve rolü muhalefet olan, bu maksatla örgütlenmiş bir topluluğu ifade etmez. Tersine yukardan aşağıya görevlileri denetlemek, varsa yapılan yanlışları düzeltmek, yöneticinin tercihine dayalı bir uygulama yerine toplum lehine daha yararlı olacak başka bir uygulama şeklini ortaya sürmektir. Herkesin vazifesidir.
Bu sistemde yöneticinin ve atadıkları emirlerin adil olması beklendiği için bunların tekeline verilmiş, onun keyfince dağıtacağı bir imkan ve güç söz konusu değildir. Dolayısıyla sistematik olarak yöneticinin bir şekilde değişmesi ve yerine başka bir yöneticinin geçmesi, bu değişimin gerçekleşmesi için çalışan muhalif bir örgütlenme modeli yoktur.
Liberal demokrasilerde devlet toplum ilişkisi farklıdır. Yurttaşlar devleti denetleyemez. Güçler ayrılığı prensibiyle bir denge kurulur ve devlet kendini denetler. Medya denen organ görünürde toplum adına devleti ve iktidarı denetlemek için vardır ama realitede ‘gücün medyası’ olan bu aygıt, manipülasyondan gayri bir işe yaramaz.
Bu sistemde devleti toplumdan onay alan iktidarlar yönetir. Muhalefet, işi muhalefet olan, iktidar rolünü almak için örgütlenen yapıdır. İktidar muhalefet arasındaki değişim, farklı toplumsal tabana dayalı partilerin, iktidar gücünü ve imkanlarını taraftarlarına kullandırarak bürokratik, ekonomik, mali, sosyal ve kültürel alanlarda avantaj sağlamak içindir.
3.Konumuz bağlamında ihtilaf iki kategoriye ayrışır: İlki “din’de ihtilaf”, ikincisi “aynı din içinde ihtilaf.” Bu iki kategori kaynağı, niteliği ve meşruiyeti bakımından esastan farklıdır. İlkinde uzlaşı söz konusu olmayıp çatışma sebebi olan bir ihtilaf söz konusudur. İkincisinde, aynı paradigma içinde kalarak, kendi usulleriyle uzlaşmaya varması gereken bir ihtilaf söz konusudur.
Aynı Din İçinde İhtilaf
4.Bu kategoride ihtilaf, Müslümanların tarih içinde İslami şeri hukuk sistemine dayalı olarak siyasi hükümranlık sağladıkları bir beldede, Kur’an ve sünnet çerçevesinde kalmak şartıyla, Hilafet, Emirlik, İmamlık, Sultanlık ve Şahlık olarak ayrışmış haliyle siyasi idare ve devlet teşkilatlanması şeklindeki detay farklılığı ifade eder.
Diğer dinlerin kendi içindeki ihtilafları da bu manadadır. Misalen liberal demokrasi içindeki siyasi partiler, Sosyalizm içindeki Menşeviklerle Bolşevikler gibi. Bunlar da aynı din içinde kalarak yönetim erkinin belirlenme tarzı, ekonomik kaynakların denetim ve dağıtımı gibi detay farklılıkta ihtilaf ederler.
Din’de İhtilaf
5.Bu kategoride ihtilaf, iki farklı dinin, iki ayrı dünya görüşünün, iki zıt paradigmanın siyasi idare ve toplumsal işlerin düzenlenmesi meselesinde farklı bir hükümranlık ihtiyacı ve iradesiyle karşı karşıya gelir. Bunlar varlık sebebi, açıklama biçimi, değerler sistemi ve amaç farkından dolayı çatışır, uzlaşmazlar.
Bir kaçı dışında bütün Peygamberlerin ilk görev yaptıkları belde, karye ve devletlerde, sonuncusu Hz. Muhammed’in Mekke’sinde ortaya çıkan yahut olup bitenler, bunu gösterir. Kafirûn suresi Mekke’deki, Mümtehine suresi Medine’deki duruma işaret eder. Surelerin bağlamı ve işaretleri iki farklı toplumsal yapıyla ve müminler topluluğunun gücüyle ilgilidir.
16.Yüzyılda başlayıp 18. Yüzyılda kurumlaşan ve galip gelen kapitalist burjuva devrimi ile mağlup olan geleneksel aristokratik yapı arasındaki fark da, aynı şekilde din’de ihtilaftı. Uzlaşmayıp çatıştıkları için birisi tarihe yollanırken diğeri bu günkü dünyayı kurdu.
 Perspektif Olarak
6.Müslümanların tarihinde ve İslami düşüncenin seyrinde Hz. Muhammed dönemi uygulamaları yahut sünnet, kitapla birlikte ondan sonra gelen toplumların referans yeridir. Dört raşit halife devri ise sahih referans çerçevesi olarak kabul edilmiştir. Bu bakımdan hangi çağda olursa olsun varlık sebebini açıklama biçimi, toplumsal meselelerin halli ve ihtilafların çözümü, referans yeri ve çerçevesine göre kıyaslanarak sahihleştirilir.
Hz. Peygamber vahiy alması sebebiyle hem dini bir otorite, toplumsal işleri dine dayalı olarak yürütmesi nedeniyle hem de siyasi bir otoriteydi. Peygamberin öğrettiği ve uyguladığı din, ayırım gözetmeksizin dünya işlerinin, her türden insan insan, insan varlık ve insan Allah münasebetlerinin bütünüyle dine göre düzenlenmesidir. Dolayısıyla o nihai otorite olarak sağ olduğu devrede her hangi bir ihtilaf kendisine başvurularak çözülmüştü.
7.Hatırlanmalı ki Peygamberin vefatından sonra dinde otorite yoktur. Din, kitap ve sünnettir. Siyasi otorite ise siyasi işlerde otoritedir. Ona bu güç ve yetkiyi ümmet verir. Emaneten verir. Onun yasama yetkisi olmayıp düzenleme yetkisine sahiptir. Ümmet asli unsur, kurucu otoritedir. Dolayısıyla denetleme ve eleştirme hak ve yetkisi ümmettin boynundadır.
Yine hatırlanmalı ki dinde ruhban yoktur. Böylesi özel bir statü ve sınıfta yoktur. Müslüman olan herkes bu konuda söz sahibidir. İçtihadı daha sahih olan, toplumsal ihtiyaçları daha iyi karşılayan görüş tercihe şayandır.  İlim ehli, ileri gelenler, istişare erbapları, alanında uzmanlık kazananlar vs elbette yetkindirler ama bunların da sözü ve reyi eleştiriye açıktır. Bu konuda tekelcilik söz konusu değildir…
8.Raşit halifeler devrindeki ihtilaflar, “aynı din içinde kalanların” esasta değil füruat’ta, inançta ve teslimiyette değil detay konularda ihtilaf olarak ortaya çıktı. İstişare, içtihat, karar alma ve icma yolu daha çok bu devrede sistematikleşti. Bu duruma göre ilk dört halifeler devrinde ortaya çıkan ihtilaflar, kategorik olarak aynı din içinde, İslam’ın siyasi veçhesiyle alakalı olarak ortaya çıkan ihtilaftır.
Dört halife, Peygamber uygulamasına en çok vakıf olan ve uzun süre ona şahitlik edenlerdi. Dolayısıyla kendi zamanlarında ortaya çıkan ihtilaflar büyütülmeden çözülüp geçildi. Çekişme ve çatışma sebebi olarak gözüken halifenin seçimi veya tayini meselesi, onlardan sonra ortaya çıktı. Buna rağmen din’de değil din içinde ihtilaflar kategorisinde kaldı.
Sıklıkla tartışılan Hz. Ali devrindeki gerek Cemel, gerek Sıffin ve gerekse Haricilerle olsun savaşa yol açacak düzeye çıkan ihtilaflar, her şeye rağmen “din’de ihtilaf” niteliği taşımaz. Çünkü ihtilaf, yöneticinin şahsıyla, taşıdığı vasıflarıyla, diniyle, seçilme usulüyle ve en önemlisi hükümranlığının dayanağıyla ilgili olmayıp, şartlara göre çözülmesi talep edilen işlerin sıralaması ve bürokratik tayinlerle alakalıydı.
Tarihsel Bozulmaya Dair Giriş  
9.Bu kısa girişten sonra söylenmeli ki bize göre hilafetin ilga edildiği ve yeryüzünden kaldırıldığı tarihe kadar geçen zaman içindeki ihtilaflar, bozulma derecesi şu kadar yahut bu kadar olsa da kategorik olarak “din içi ihtilaf”, bundan sonrasıysa “din’de ihtilaf” niteliği göstermektedir.
Bozulmayı “has altın ve ayarı düşük altın” misaliyle izah edebiliriz. Has altın 24 ayar olup içinde başka metal karışımı olmayan saf altındır. Hasın içine gümüş yahut bakır cinsi metal karışım oranına göre saflık ayarı düşer ve 22-18-14-8-4 ayar olur. Bunlar bildiğimiz altın liralar ile bilezik, zincir, yüzük, kolye, küpe vs gibi ziynet takılarıdır.
22 ile 18 ayarda ağırlık olarak altının oranı fazla, 14 ayarda kabaca yarı yarıya, 8 ile 4 ayarda diğer metallerin karışım ağırlığı fazladır. Burada bakış açısı ve tahlil yeteneği devreye girer, toplumsal vaziyete göre davetin stratejisi tespit edilebilir.
Atınlar piyasada tasarruf, ziynet ve stratejik koz olarak kullanılır. Bir şekilde bozdurulup paraya tahvil edildiğinde yahut satıldığında, hepsi bir merkezde toplanır, ezilir kırılır ve hurda haline getirilir. Hurdalar altında ateş yanan bir potanın içine konur. Ateşin derecesi belli bir seviyeye yükseldiğinde diğer metaller yanar havaya karışır, geriye saf altın kalır çünkü altın yanmaz.
Altın misalinde din, saf haliyle kaynaktan ve sahih uygulamadan uzaklaştıkça değişen nesiller, zaman ve gelişen şartlar nedeniyle bozulmaya başlar. Bozulma, hanif dinin içine hurafe, bidat, şirk ve küfür unsurlarının karışmasıdır. Bozulmanın derecesi şu kadardır bu kadardır ama neticede dinin asliyeti korunduğu sürece altının ayar değeriyle ifade edilebilir. Başka bir deyişle bu hal nesillerin imtihanıdır.
Hz. Peygamber dönemi has altın dönemidir. Raşit halifeler dönemi en düşük bozulmanın olduğu dönemdir. Halifeliğin yer yüzünden kaldırılışına kadar geçen sürede bozulma derecesi artsa da altın olma özelliği kaybolmamıştır. Ondan sonraysa görünüşü altın olsa da ağırlık olarak diğer metaller altın oranından çok fazladır. Şu halde nesillerin, hurda altın misali eritilmesinde olduğu gibi ateşle imtihanını verip saflaşma vasfına geçmesi gerekecektir. Bu her neslin kendi meselesidir.
Bu tespitten sonra, İslami düşünce sistematiğine göre referans yeri ve çerçevesinden uzaklaştıkça sonrakilerin ne kadar bozulduğu buraya bakılarak bozulma derecesi tespit edilebilir, stratejik olarak ne yapılması ve nasıl yapılması gerektiği böylece tayin edilebilir.
Bundan sonra anlatılacaklar bir durum tespiti yapmaya ve yapılacakları tayin etmeye de yarayacağı için Hz. Peygamber devri ve sonrası için kronolojik bir sırayla özet olacaktır.
Bağlam ve Ufka Dair Hudeybiye Virajı10.Hz. Peygamberin vefatı sonrası ‘Ben’i Saide’ çardağında toplanan ashabın ileri gelenleri, o şartlarda aciliyet kesbeden bir meseleyi halledeceklerdi. Meselenin kendisi neydi, neden her şeyin önüne geçip acilleşmişti?
11.M.622 tarihinde Mekke’den Medine’ye yapılan hicret sonrası Medine’de bir İslam devleti kurulmuştu. Daha Mekke’de iken siyasi bir toplum kurulmuş, din konusunda çatışma başlamış ama bağımsız hareket edilebilecek, hükümranlık sağlanacak bir belde eksikliği nedeniyle güç unsurları tekemmül etmemişti.
Akabe Biatları, amaçlanan ve şekillenen eksikliğin tamamlanması için beklenen fırsatı ve imkanı sağladı ve Hz. Muhammed liderliğinde Müslüman millet, Medine’de tam manasıyla bir İslami devletin kuruluş aşamasına geçti.
Medine’de yeni oluşan bu güç, ayaklarını yere sağlam basmaya çalışırken aynı zamanda insanları iman temelli bir birlikteliğe davet ediyor, şeri hukuk düzenine dayalı bir hükümranlığı tesis ediyordu. Bu o güne kadar bilinen kan, soy, yurt ve yönetici bağına dayalı bağlılıkların çözülmesi, alışıldık siyaset yapmanın tasfiyesi demekti.
Yapılıp edilenler içerden başlayarak, en yakından uzağa doğru mevcut siyasi yapıları, toplumsal birlik ve statüleri, askeri ve diplomatik münasebetleri bozucu bir etki yaptı. Tüm dikkatleri üzerine çekti. H.6. yılda gerçekleşen Hudeybiye anlaşmasına kadar geçen sürede doğal olarak Medine İslam devleti kuruluşun getirdiği büyük zorluklarla karşılaştı.
Kadim düşman Mekkeliler yarımadadaki bu rahatsızlıktan büyük ölçüde istifade ederek ‘ortak düşman’ Hz. Muhammed’in Medine’sine karşı ittifaklar kurma, suikastlar ve saldırılar tertip etme ve yaptırma imkanlarına kavuştu. İslam devleti bu süreçte mecburen Mekkelilerin dayattığı doğrudan savaşlarla da baş etmek zorunda kaldı.
Bunun yanında Medine’de yerleşik örgütlü Yahudi toplulukları ve örgütsüz münafıklar olmak üzere din konusunda çatışan iç muhalefetle de baş etmek zorunda kaldı.
Bu şartlarda seriyye ve Gazveler aracılığıyla Medine’ye yakın komşu kabilelerle sınırlı bir temas alanı oluşabildi ve münasebetler kurulabildi. Ta ki bir çok bakımdan bir kırılma noktası olan Hudeybiye anlaşmasına kadar. Burada dikkat çeken unsurları önem sırasına göre özetlersek:
12.İlki: Öteden beri siyasi bir topluluk olarak örgütlendikleri için Medine’de özerk bir taraf olan Yahudiler, maddi, mali ve askeri gücüyle etkili bir muhalefet cephesiydi. Bunların ihtilafı, “din’de ihtilaftı. İslam devletiyle yaptıkları zimmet anlaşmasını tek taraflı bozmaları sonucunda hak ettikleri duruma göre ya sürgün edildiler yada cezalandırıldılar.
İkinci olarak: Siyaseten örgütlenmiş ayrı bir toplum ve anlaşma yapmak için ayrı bir cephe olmadıkları halde, İslam devletinin tebaası olarak özel statü sahibi kılınan, Müslümanlarla birlikte iç içe yaşayan, sayısal olarak fazlayı oluşturan fakat, bir iç tehdit unsuru olarak varlığını her daim gösteren münafıklar kesimi vardı. Bunların ihtilafı da “din’de ihtilaftı.” Bunlar, en büyük destekçileri ve müttefikleri Yahudileri kaybedince güç kaybettiler, etkilerini yitirdiler.
Üçüncü olarak: Kadim düşman Mekkelilerle Hudeybiye’de yapılan 10 yıllık çatışmasızlık anlaşması sonucunda İslam devleti en önemli dış tehdit unsurundan kurtuldu. Bunların ihtilafı da “din’de ihtilaftı.”
Bundan sonradır ki İslam devleti Kuzey ve Güney Arabistan yarımadasına açılma, kendi siyasetini uygulama ve dini yayma fırsatını ele geçirdi. O zamana kadar olmadığı şekilde çok sayıda insan, kabile ve şehri kazanma konusunda büyük başarı sağladı. Her bakımdan gücünü çok fazla artırdı. Bunların ihtilafı da  “din’de ihtilaftı.”
Dördüncü olarak: Hudeybiye sonrası hızla başlayan siyasi açılım, etkinlik, hükümranlık ve dini mesajın yayılması, o günkü dünyanın iki süper gücünü temsil eden Sasani ve Bizans’ın hışmını üzerine çekecek kadar etkili oldu. Çünkü bunların yarımadada kendilerine bağlı kabileler, şehirler ve devletler İslam devletinin yörüngesine girmeye başlamıştı. Bu gelişmeler iki imparatorluk için toplumsal statülerin bozulması, siyasi ve askeri itibarlarının sarsılması demekti. Bunların husumeti de “din’de ihtilaf” nedeniyledir.
Fakat bu iki süper gücün kendi arasında yaptıkları ve uzunca süren büyük savaş henüz neticelenmişti. Bozulan kendi iç dengeleri ve savaş sonrası ortaya çıkan bir yığın sorunlarıyla meşguldüler. Çok fazla güç kaybetmişlerdi. Dolayısıyla Medine İslam devletinin siyasi hükümranlığına karşı ciddi şekilde karşılık verecek bir durumda değillerdi.
13.Hudeybiye’den Hz. Peygamberin hastalığına kadar geçen sürede İslam devleti Kuzeyi Güneyi bütün yarımadaya hükümran olmuştu. Mekke’nin fethinden sonra putperest kabileler ve devletler bir bir düşmüş, İslam’a teslim olmuşlardı.
Veda haccı sonrası Peygamberin Hastalığının ölümcül olduğu duyulduktan sonraysa güneyden başlamak üzere isyan hareketleri baş gösterdi. Bu isyanlar iktidar itaat ilişkisini bozma, eski düzenlerine geri dönme amaçlı olduğu için “din’de ihtilaf” niteliğindedir.
İsyanlar henüz belirli bölgelerde başladıysa da her tarafa yayılma tehlikesi taşıyordu. Zamanında müdahale edilmez, gerekenler hızla yapılmazsa İslam devletinin Medine’ye sıkışması ve belki de oradaki varlığının bile riske girmesi söz konusu olabilirdi.
Nitekim Hz. Peygamber ölüm döşeğindeyken dahi olaylara hemen müdahale etti, aldığı tedbirlerle güneyde baş gösteren isyanları büyük çapta engelledi. Kuzey tarafında henüz başlamasa da baş gösterebilecek ayaklanmaları başlamadan bitirmek için Zeyd’in komutasında 20 bin kişilik bir ordu hazırlayıp sefere hazırlık yaptırdı.
Bu şartlarda vefat eden Peygamberin ölüm haberi duyulunca, siyasi olarak her şey tersine dönmeye başladı. Bastırılan isyan hareketleri tekrar canlanmaya ve yayılmaya, ittifaklar bozulmaya başladı. Ordu daha hareket etmemişken ‘Ridde’ olarak bilinen isyan dalgası bu şartlarda doğup gelişti. İsyanların sebebi “din’de ihtilaftır.”
Her taraftan gelen olumsuz haberler ile peygamberin vefatı üst üste çakışınca, böylesi bir durum için hazırlıklı olmayan Medine sakinlerinde panik havası doğmaya başladı. Münafıkların temsil ettiği ama epeydir sesini çıkartmayan iç muhalefet de hareketlendi.
Bütün bunlar olup biterken peygamberin ölüm şokunu yaşayan, ondan sonrası için neler olup biteceğiyle ilgili telaşa kapılıp bir anda gelecek kaygısına düşen, cahiliye yaşamı ve uygulamasının etkisinden daha tam olarak kurtulamamış ortalama ‘sahabede’ büyük şaşkınlık baş göstermişti. Ki bu ortalama hem çoğunluğu teşkil ediyordu, hem de Hudeybiye sonrası Müslüman olup Medine’ye yerleşenlerle, Medine’de sonradan Müslüman olanlardı.
14.Bu durumu en kapsamlı ve veciz bir biçimde tasvir eden Hz. Aişe’den gelen bir rivayettir. Anamız diyordu ki:Resûlullah vefat edince Araplar irtidat ettiler. Yahudilik, Hıristiyanlık ve nifak merkezleri gözlerini diktiler. Müslümanlar da Peygamberlerini kaybetmeleri sebebiyle ‘kış gecesinde uçurtulacak koyunlar’ gibi oldular da Allah nihayet onları Ebu Bekir’in başkanlığında bir araya getirdi.”
Yukarda bahsettiğimiz mesele buydu, acil olarak çözüme kavuşturulup normal hayata ve işlere dönülebilmesi için halledilmesi gereken önemli ilk iş olmuştu.
Toplumsal vaziyete hakim, siyasi meselelere vakıf olan ve insani halleri bilen Muhacirlerden ve Ensar’dan ileri gelenler, yakılan ateşin bir anda harlanmasını engellemesi gerekenlerdi. Onlar bu sebeple Sakife’de toplandı. Daha peygamberin cenazesi ortadayken toplanmak zorunda kaldı. Bunlar, peygamberden öğrendikleri ve gördükleri şekilde bu işi çözmek için bir araya geldiler. Aralarında istişare ettiler, tartıştılar ve nihayet icma ile karar aldılar.
Sakife’de toplananlar, ilk yapacakları işin başlarına bir lider seçmek olduğunun bilincindeydiler. Dolayısıyla içerde sükûnet sağlanacak, gönüller yatıştırılacak, yayılması çok muhtemel fitne ve fesadın önünü alınacak, dirlik ve düzen sağlandıktan sonradır ki önem sırasına göre diğer işlere bakılacaktı. Nitekim bu sorumluluk duygusu altında işlerini hallettiler.
 Kur’an’da İhtilaf Meselesi
15.Kur’an, aynı din içindeki ihtilafı “Mümin topluluk içinde mevcut ‘taifeler’ arasında çıkan çatışma” olarak niteliyor ve çözüm yolunu da gösteriyor: “Eğer Müminlerden iki taife çarpışırlarsa aralarını bulun ve düzeltin. Şayet biri diğerine karşı saldırıya devam ediyorsa, o saldıran taraf Allah’ın hükmüne dönünceye kadar onunla savaşın. Saldırıyı bıraktıklarında insaflı olun, tekrar adaletle onların aralarını bulun ve düzeltin. Allah adâlet yapanları sever.”[1]
Ayette, din konusunda ittifak edip bir araya gelmiş Müminler topluluğundan, bu topluluk içinde kimi sebeplerle ihtilaf eden ve ihtilafı çatışmaya götüren taife veya gruplardan bahsediliyor. Demek ki bu mümkün bir şeydir.
Ayete göre bunlar dinde bir çatışma yapmıyorlar. Aynı din içinde kalarak bir şekilde fırkalaşıyor, olmaması gerektiği halde fırkalar birbiriyle çatışabiliyor.
İş çatışma noktasına varınca, daha güçlü olan üçüncü bir taraf ki bu muhtemelen devlet gücünü ve imkanlarını elinde tutan otoritedir, bu güç devreye girecek, ihtilafı halledecektir.
Taifeden biri hal yolunu kabul etmeyip hala saldırıya devam ediyorsa, ona karşı saldırıya geçilecek, fakat onlar teslim olunca cezalandırma durdurulacaktır, onlara karşı hiç bir şey olmamış gibi insaflı davranılacaktır. Nihayet iki taifenin arasındaki ihtilaf adil bir şekilde çözülecektir… Buraya kadar tamam.
Şayet üçüncü bir güç yoksa, yahut arayı bulacak olan, ihtilafı bitirecek bir güce sahip değilse, ihtilaf edip çatışan taraflardan güçlü olanın sözünün geçeceği bir durum ortaya çıkar. O vakit zayıf olan taraf çatışmayı bitirecek, şiddete başvurmayacak, ahaliye tecavüz edip haksızlık yapmayacaktır. Buna karşılık güçlü olan tarafsa intikam peşine düşmeyecek, zora başvurmayacak, adaletle davranmaya devam edecektir… Ayet, müminlerden bahsettiğine göre olması gereken budur. Bunun sahih örnekleri tarihimizde yaşanmıştır.
Hz. Muhammed’in Mekke’sinde İhtilaf
16.Baştan belirttiğimiz ikili ihtilaf kategorisine göre Müslüman milletin tarih çizgisinde Hz. Muhammed’in Mekke dönemi, din’de ihtilaf modelidir. Şu anki çağdaş dönemin vaziyetine de referans olması hasebiyle burada iki ayrı din karşı karşıyadır.
Mekke’de yerleşik bir din vardır. Kur’an bu dini şirk dini olarak niteliyor. Kureyş suresinin işaretine göre bu din, kabile bağlarına dayalı toplumsal bir birliği, gerek kabile içi gerekse kabileler arası sosyal statüyü ve ittifakları, geleneksel hukuk ve ahlak sistemine dayalı yürütülen siyasi, ticari, askeri, mesleki vs işleri hem meşru kılıyor, hem de temsil ediyor.
Peygamberin davet ettiği din ise, tevhid dinidir. Davet, mevcut dinin şirk unsurlarının ayıklanarak hanif hale getirilmesine yöneliktir. Ezcümle Allah’tan başka ilah ve Rabbin reddedildiği, itaatin ve ibadetin yalnızca Allah’a yapılması gerektiğini söyleyen bir din. Bunun toplumsal ve siyasal alana yansıması, bütün işlerin Allah’a göre yeniden düzenlenmesi iradesini temsil ediyor.
İki farklı din arasındaki çatışma doğaldı çünkü iş hangi dinin hükümran olacağıyla ilgiliydi. Risaletin duyurulması sonrası ilerleyen süreçte uzlaşma noktasının bulunmaması, peygamberin Mekke dönemi boyunca “tek kelimeye gelin” (La İlahe İllallah, Muhammed’ün Resulullah) teklifindeki ısrarı sebebiyledir. Bu sebeple buradaki ihtilaf, “din’de” ihtilaftır.
17.Kafirûn suresi, siyer tarihinde, surenin nüzul şartı ve bağlamı çerçevesinde, hem din konusunu ve hem dinlerin neden uzlaşamayacağını sebepleriyle birlikte en açık şekilde ortaya koyar. Risaletin 10. Yılıdır. Boykottan henüz çıkılmıştır. Yaşlı Ebu Talib ölüm hastalığına yakalanmıştı. Müşriklerin önde gelenleri, Haşim kabilesinin ve Mekke’nin eski dini lideri sıfatıyla son kez uzlaşma görüşmesi yapmak için yanına geldiler. İstekleri üzerine Hz. Peygamber’de oradaydı.
Müşrik dinin temsilcisi liderler, Ebu Talib ölmeden önce, tevhid dinine bağlı cemaatin lideri Hz. Muhammed ile aralarındaki ihtilafı konuşup anlaşarak bitirebilmeyi hesaplamışlardı. Onlara göre şayet Ebu Talib  ölürse işleri Hamza ile Ömer’e kalacaktı. Buysa iç savaş çıkartma dışında seçeneklerinin kalmaması demekti.
Hz. Peygambere “biz senin dinine karışmayalım, sen de bizim dinimize karışma” dediler. Ebu Talib sevinmiş “kavmimizin önde gelenleridir, amcalarındır, ne güzel konuştular yeğenim, bunu olsun kabul et” tarzında görüşünü ileri sürdü. O, bunca zamandır iki tarafa sükûnet ve uzlaşı getirmeyen gerginliğin bitmesini istiyordu.
Hz. Peygamber “tek şartı kabul ederseniz olur” diye karşılık verdiğinde, “tek değil on şartını kabul ederiz, de hele yeğenim” diye sevinmişler, uzlaşma umuduna kapılmışlardı.
Hz. Peygamber “tek kelimeye gelin yeter” dedi. Bunu duyan liderler küfrederek ayağa kalktılar ve birbirlerine “Bu adamla artık uzlaşma olmaz, ilahlarınıza sahip çıkın” diyerek çıkıp gittiler.
Hz. Peygamber onların teklifini kabul etmiş olsaydı, onların dinine meşruiyet sağlamış, o dini de tanımış olacaktı ki Allah buna izin vermezdi. Çünkü hak batıla, batıl da hakka karışacaktı. Nitekim sure bu şartlarda nazil oldu ve keskin biçimde tarafları ayırdı ve din farkını bildirdi.
Boykot sonrası şartlarında nazil olan “Şüphesiz ben sizin taptığınız ilahlara ibadet etmekten men olundum…”[2] ayeti de aynı duruma işaret eder. Benzer durum diğer Peygamberlerde de aynen tekrarlanmıştır. Nuh, Hud, Salih, Lut, Şuayb, Yunus, İbrahim, İsa, Musa vs hepsinde ortak davet ve tepki söz konusudur.[3]
Hz. Musa’nın durumu, Medine’de devlet kurma aşaması hariç Mekke dönemiyle çokça benzerlik gösterdiği için değişik surelerde uzunca anlatılır. Hz. İbrahim’in “Siz Allah’ın birliğine iman edip sadece ona itaat etmedikçe yani, başka ilahlar edindikçe sizi/dininizi tanımıyoruz. Sizinle aramızda ebedi düşmanlık ve kin baş göstermiştir…” [4] uyarısı da Kafirûn suresinin nüzul şartlarını hatırlatır niteliktedir. Mağara ehlinin son aşamadaki tutumu da benzer bir misaldir.[5]
Din’de ihtilaf konusu çokça ayetlerde, iki din arasında uzlaşı olursa “kafirlerle dostluk” bağlamında ortaya konulur ve Müminler toplumu uyarılır. Allah bundan razı değildir. Müminlere, diğerlerinin arasına karışıp kaybolmamaları, fesada ortak olmamaları, nefislerinin hoşuna giden işlere dalmamaları ama onları uyarmaları bildirilir.
18.Esas olarak din’de ihtilaf, iki farklı dine sahip olanların siyasi olarak, dünya görüşlerine dayalı hükümranlık çatışmasıdır. Tevhid dini ile şirk dininin temsilcilerinin iktidar ve itaat ilişkisinde karşılaşmalarıdır. Bir tarafta Allah’ın sözlerini yalanlayanlar, Uluhiyette ve Rububiyette ortak ve yardımcılar koşanlar vardır. Diğer tarafta Allah’ın sözlerini doğrulayanlar, sadece ona itaat edip ibadet edenler vardır.
İki din arasındaki ihtilafın çatışmaya dönüşmesi, ilk bakışta hükümranlığın kimde olacağına dair gözükse de gerçekte, tastamam hükümranlığın dayandığı din ile ilgili çatışmadır. Nitekim Kureyş Suresi örnekliğinde Hz. Muhammed’in kavmiyle, Hz. Musa’nın Firavun ile arasındaki münakaşası bu halin tipik örneğidir.[6]
Mümtehine suresi Medeni bir suredir. Bağlamı itibariyle Medine’deki Yahudileri ve müşrik Arapları işaret eder. Müminler toplumu Mekke’de olduğu gibi zayıf durumda değildir, artık devlettir. İslam dini hükümran edilmiş, Allah’ın sözü yüceltilmiştir. Hükümranlığın kaynağı dolayısıyla Peygamber ile din konusunda çatışma çıkartanlar sürgün edilecek, çatışma çıkartmayıp itaat edenlere adaletle ve güzellikle davranılacaktır.
Bu bahiste genel olarak söylenebilir ki din konusunda çatışma, tevhid dini ortaya sürüldüğü zaman söz konusu olmaktadır. Müminler zayıf durumdaysa hem uzlaşmıyor, hem de iç çatışma çıkartmıyorlar. Fakat diğerleri sırf bu sebeple hem zulmediyorlar, hem de müminleri yurtlarından sürgün ediyorlar. Uzlaşmadıkları içinse Allah onları kurtarıyor. Bir kaç istisna hariç peygamberlerin başına gelen hal budur.
Firavun, Hz. Musa’ya gitmeleri için izin vermese de Allah İsra yürüyüşüyle onları yine kurtarmıştır. Diğer benzerleri de hicret ettirilerek kurtarılmıştır. Hicret aşamasına kadar ayrışma olmazsa bir uzlaşmadan bahsedilebilir. Kafirlerle dostluk gündeme gelir. Musa Mısır’a geldiğinde İsrailoğullarının vaziyeti buna misaldir.
Hz. Peygamber dönemi Mekke’sinde aynı din içinde hiç bir ihtilaf olmamıştır. İşkence ve sürgün devresinde baskı ve zulümlere dayanamayan yahut, menfaat karşılığı dinini satıp eski dinine dönen sayılı bir kaç irtidat olayı, din’de ihtilaf aşamasına geçtiği için bu kategoriye dahil edilemez.
Hz. Muhammed’in Medine’sinde İhtilaf
19.Aynı din içinde ihtilaf durumu genelde, Müminler topluluğunun hükümranlık elde ettiği, güce kavuştukları şartlarda ortaya çıkıyor. Hz. Muhammed ve arkadaşlarının Medine’ye hicretine yakın dönemde nazil olan İsra ve Rum sureleri bu konuda geçmiş ve gelecekle ilgili olarak bize geniş bir ufuk vermektedir.
Surelerde, geçmiş Peygamberler nezdinde insanlık tarihinden kesitler verilir. O dönemin iki imparatorluğu arasında devam eden savaştan bahsedilir. Savaş bittiğinde iki tarafta zayıflayacağı için galibin bir hükmü kalmayacak, Müslümanların lehine bir imkan çıkacak, Medine’de kurulacak devletin önü açılacaktır. Müslümanlar böylece gücün tüm unsurlarına sahip olacaktır. Fakat bundan sonra bu defa din içinde ihtilaf dediğimiz başka bir hal veya sınanma dönemi başlayacaktır.
Sureler İsrail Oğullarından bahsediyor. Onlar geçmişte yükseliş ve çöküş yaşamışlardır. Onlara güç ve hükümranlık verildiğinde azmışlar, fesadı yaymaya başlamışlar, bu sebeple cezalandırılmışlar, devletleri yıkılmış, zilletli bir halde yeryüzüne dağıtılmışlardı. Tövbe ettiklerinde ödüllendirilmişler, birlik olmuşlar, yeniden devlet ve güç sahibi kılınmışlardı.
Onlardan bazıları şimdi Medine’de yaşamaktaydılar. Siyaseten örgütlüydüler. Bunlara karşı dikkat çekilirken aynı zamanda benzer hataları yaptıkları takdirde Müminlerin de başlarına benzer haller gelecekti.
20.Hz. Muhammed’in Medine devresinde din içi ihtilaf olarak görülebilir tek bir vaka vardır, o da Hudeybiye olayıdır. Allah’a iman edip dini uğruna köprüleri yıkmış, umre yapma niyetiyle sefere çıkmış seçkin 1500 sahabenin hemen tümü, Hudeybiye’deki anlaşma maddelerini içine sindirememişti. Anlaşma tam bitmişken yaralı halde oraya gelip iade edilen Ebu Cendel’in Müslümanları tahrik eden çağrısı bardağı taşıran son damla oldu.
Aradan gelişen Hz. Osman olayı sonrası gerekirse bu uğurda ölmek için Rıdvan biatı yapanlar, olup bitenlere anlam verememişti. Şaşkındılar. Peygamberin kendilerine umre yapmışçasına “kurbanlarınızı kesin, tıraşınızı olun” emrine itaat etmediler. Hiç bir şey yapmayarak tepkilerini belirttiler. Kısa süren bu kriz, sefere katılan annemiz Ümmü Seleme’nin tavsiyesi üzerine kurbanını kesip tıraşını olan peygamberi taklit ederek atlatılmıştı.
Anlaşıldığı kadarıyla sahabeden hiç biri Hudeybiye’nin önemini kavramamıştı. Oysa Peygamber daha yola çıkarken “Bu gün Kureyş ne isterse vereceğim” demişti.
Bu olay dışında din içi ihtilaf olarak sayılacak bir gelişme yaşanmadı. Savaşlarda, Uhud ve Mute savaşı bozgununda, Hevazin zaferi sonrası elde edilen çok yüklü ganimet dağıtımında vs gelişen olaylar, ihtilaf olarak nitelenemez. Bunlar, gelişmeler karşısında peygamberin stratejik hesapları, taktiksel uygulamaları olarak görülebilir. Nitekim sahabenin ileri gelenleri bu durumlarda daima peygamberin yanında durmuş, diğerlerininse, ikna yöntemiyle rızaları alınmıştır.
21.Medine’de Yahudiler, Müşrik Araplar, çevre şehir ve kasabalarda yaşayanlarla İslam devleti arasındaki ihtilaf, din çatışmasına dayalı ihtilaf örnekleridir.
Özetle Yahudiler, siyasi olarak örgütlü bir toplumdu. Bunlarla zimmet akdi bağlamında sözleşme yapıldı. Yani İslami devlete itaat edecekler, dinlerinde özgür kalacaklar, güvenlikleri temin edilecekti. Fakat onlar ahitlerini bozdukları, din konusunda çatışma çıkarttıkları, ellerinden gelse muhacirleri Medine’den sürgün etmeye teşebbüs ettikleri için cezalandırıldılar. İki Yahudi kabilesi sürgün edildi, üçüncüsünün 800 kadar savaşçı erkekleri öldürüldü, çocuk ve kadınları esir edilip satıldılar.
Medine’de siyasi olarak örgütlü olmadıkları halde küçük cemaatler halinde yaşayan Yahudiler de vardı. Bunlar din konusunda çatışma çıkartmadılar, İslami devlete itaatlerini sürdürdüler. Bunlar orada güvenli bir şekilde yaşamaya devam ettiler.
22.Medine’deki müşrik Araplar siyaseten örgütlü olmadıkları, topluca bir cephe oluşturmadıkları için sözleşme de özel hukuka tabi tutuldular. Müslüman devletin sadece itaat eden tebası olarak statü sahibi edildiler. Bunlar Medine’de çoğunluktur. Ensar’ın yakın uzak akrabaları, komşuları, iş ortaklarıydılar. Ciddi şekilde nifak çıkarttıkları, Yahudiler Medine’de iken onların oyunlarına da gelip fitne ve fesadı yaydıkları, muhacirleri zilletli halde Medine’den sürgün etmek istedikleri halde cezalandırılmadılar, Mescid’i Dırar hadisesi dahil her seferinde görülmezden gelinip affedildiler.
23.Medine’nin uzak yakın çevresinde yerleşik müşrik Araplardan kabile ve şehir devletleri halinde örgütlenmiş olanlar, bunların bazılarının içinde beraber yaşadıkları kitap ehli, ilk etapta din’de ihtilaf edenler sınıfındaydılar. Müminlere düşmanlık ediyorlar, fırsat buldukça Medine’ye saldırıyorlardı. Bunlar hakkında iki tür yol takip edildi:
Gerek seriyye ve gazveler sonucunda anlaşma yapanlar yahut savaşarak teslim olup Medine’ye itaat edenler, gerek İslam güçlendikçe kendileri bizzat gelip teslim (İslam) olanlar ve Medine’ye yerleşenler, kitap ehli olanlar hariç Müslüman statüsüne sokuldu. Buralar, genelde kendi içlerinden güçlü ve ehil birisi lider tayin edilerek, bazen de Medine’den gönderilen yöneticiler eliyle yönetildi.
Müslüman statüsüne tabi tutulanlar biat akdiyle bağlandılar, her Müslümanın sahip olduğu hak ve yetkilere kavuştular. Medine’ye bağlı siyasi varlık oldular. Güvenlikleri temin edildi. Cihada katıldılar. Zekat verdiler. Zekat, yörenin uğraşısı ticaret, tarım, hayvancılık, dokumacılık vs gibi her ne işle meşgul iseler, ürünlerinden belli ölçülere göre alındı. Yoksulları sahiplenildi.
Buraların içinde yaşayan kitap ehli, yereldeki Müslüman lidere bağlandı. Zimmet akitli sayıldılar ve kelle başı yılda bir dinar yahut karşılığı emtia olarak haraç verdiler. Buna karşılık dinlerinde özerk oldular, canları, malları, namusları, çocukları ve yapageldikleri işleri teminat altına alındı.
24.Hayber, Vadi’ül Kur’a, Fedek gibi Yahudilerin bağımsız siyasi toplum oldukları beldeler, ya savaşla fethedildi yahut kendiliğinden teslim oldular. Buraların arazilerinin mülkü Müslümanların olmak kaydıyla ahalisi tarla ve bahçelerini ekip biçtiler, mahsullerini üretmeye devam ettiler, masraflar hariç ürünlerin yarısını haraç olarak ödediler. Bu statüdekiler zaman içinde din konusunda çatışma çıkartıp stratejik tehdit oluşturduklarındaysa, sürgün edildiler.
25.Bir de var ki seyyar dolaşan kabileler vardı. Bunlara özel anlaşmalarla statü verildi. İtaatlerini sürdürdükleri ve zekatlarını verdikleri sürece güvenli bir şekilde, Dar’ül İslam topraklarında karada ve denizde ticaret yapma serbestisi elde ettiler. Geçici ikamet ettikleri beldenin amirine bağlı kalmayı sürdürdüler.
26.Mekke’nin fethi sonrası yarımadada serbest kalan bütün müşriklere ültimatom verildi. İslam devletiyle sözleşmeleri olanlara sözleşme süresinin bitimine kadar, olmayanlara dört aylık bir süre tanındı. Bundan sonra hiç bir müşrik gerek hac için gerekse ticaret için Mekke’ye gelemeyecekti. Müşriklerin muhalefeti din konusunda olduğu için böyle davranıldı.
27.Görüldüğü üzere din çatışması yapanlar Medine İslam devletine bağlandılar. Siyasi statü olarak Medine’nin kasabası, vilayeti, eyaleti oldular. Buralarda çıkabilecek her hangi bir ihtilaf, Medine içinde nasıl çözüldüyse aynı muameleyle çözüldü. Buralara dışardan yapılacak bir saldırı Medine’ye yapılmış gibi karşılandı ve savunuldu çünkü, güvenlikleri teminat altına alınmıştı.
Peygamberin bu konuda güttüğü taktik, kabilelerin, kasabaların, şehirlerin ve devletlerin din konusunda stratejik olarak tehdit oluşturup oluşturmadıkları duruma göre değişti. Tehdit algısı çatışma çıkartıp çıkartmama kapasitelerine göre değerlendirildi.
Dört Halife Devrinde İhtilaflar  
28.İslami tarihte, dört halife devrinde ‘din’de bir ihtilaf’ olmayıp ‘din içi ihtilaflar’ söz konusudur. Bu ihtilafların halli önemlidir. Müslüman milletin tarih boyunca benzer durumlara düştüklerinde başvuracakları sahici referanslar bu devrede yaşanmıştır.
Tarihçilerin evvelkileri naklederken, yaşadıkları dönemdeki iktidarların tesiriyle muhtelif çapta tarafgirlik yaptıklarını akılda tuttuğumuz sürece, buraları anlama konusunda bir meselemiz kalmaz.
Tarihi rivayetlerden seçmece yapıp ön yargısını hakikat zannedenler ne zannederse etsin, günümüz siyaset paradigmasıyla okuma yapıp hakikati kendilerince biçimlendirenler ne kadar biçimlendirirse biçimlendirsin, başından beri içlerinde tuttukları kinleri sebebiyle oryantalistler ne yazarsa yazsın, bunların tesirinde kalanlardan kim ne derse desin, dört halife devri doğru referans olmasıyla önemlidir.
Dört halife devrinde gerek halifelerin seçimleri dolayısıyla gerekse, başka sebeplerle ortaya çıkan ihtilaflar, din içi ihtilaflardı ve bu ihtilaflar Kur’an ve Sünnet temelinde çözülmüşlerdir. Onlardan alınacak kötü bir örnek yoktur dolayısıyla sonrakilerin meselesi, niyetleriyle bağlı olarak sonrakilerin meselesidir.
29.Halife seçimlerinde uygulanan farklı usuller, öteden beri sıkça tartışılan, birçoklarının din’de ihtilafmışçasına anlaması nedeniyle kafa karıştıran bir meseledir. O usuller, Arap geleneğinin şartlara göre uyguladıkları siyasi çözüm usulleriydi. Daha başka bir çok meselede olduğu gibi doğru olduğunda şüphe olmayan benzer uygulamalar, İslami dönemde referansı, amacı ve hedefi İslamileştirilerek tekrar edilmiş ve yürürlükte tutulmuş hususlardandır.
Misalen Arap kahramanlığı Müslüman cesaretine, savaşı cihada, bonkörlüğü cömertliğe ve infaka, hamaseti Allah rızasına, hilm sahipliği sabra, eman hukuku mazlumu korumaya, ikna yöntemi istişareye, kabile hukuku İslam hukukuna, Darü’in Nedve’si mescide, kan ve soy bağına dayalı üstünlüğü takvaya, putperest ibadeti salih amele vs, benzer şekilde referansı ve amacı değiştirilerek dönüşmüştür.
30.Bu bağlamda dört halifenin seçimlerinde ortaya çıkan farklı usuller, alışık olduğumuzun tersine gerçekte bir ihtilaf dahi sayılamaz çünkü kendi dönemlerinde bu temele dayalı bir çatışma olmadı…
Raşit halifelerin seçiminde üç usul uygulanmıştı: Hz. Ebu Bekir ve Ali’de olduğu gibi ileri gelenlerin icması yolu. Hz. Ömer’de olduğu gibi bir önceki halifenin vasiyeti, ileri gelenlerin kabul ve onayı yolu. Hz. Osman’da olduğu gibi seçici bir kurulun aralarından birini tercih yolu.
Üç usulde de ilk biat etmesi gerekenler, halife adayını belirleyen, aralarında icma eden ileri gelenlerdir. Bunlardan sonra Medine ehlinin onayı ve rızası söz konusudur. Bilahare taşrada asaleten veya vekaleten biat işi ikmal edilmiştir.
Bu usullerde aslolan halifenin şahsı, soyu, kanı, varlıklı olması, kabilesini gücü vs olmayıp halife tayini yapanların dirayetidir. Bunlar taşıdıkları vasıfları, takvası, donanımı, kavrayışı, cüreti ve bilgisiyle meşhur ve saygın kişiliğiyle birlikte ‘ileri gelenlerdir.’ Zaten halife adayı da bunların arasından birisidir. Bunlar halifeyi de, işleri de takip edip denetleyecek, yanlışı düzeltecek, doğrusunu ayakta tutacak olanlardır. Bunlarda bir sorun varsa halifenin tek başına yapacağı fazla bir şey yoktur…
31.Hz. Ebu Bekir döneminde ortaya çıkan ihtilaf, görünürdeki ilk ihtilaf olarak dillendirilir. Ebu Bekir, Sakife’de toplanan ileri gelenlerin icmasıyla seçilmiş, akabinde ümmetin onayına müracaat edilmiştir.
Hz. Ali, Zübeyr, Talha ve bunlara yakın bazıları Hz. Ebu Bekir’e biat etmemişti. Kimilerinin sinelerinde tuttukları niyetlerini Allah bilir ama görünürde bunlar halifenin şahsına, seçim usulüne değil seçim zamanlamasına karşı çıkmışlardı.
Biat edenlerden kimilerinin ısrarına da rağmen halife, bunlara karşı hiç bir şey yapmadı. Bu durumu olağan karşıladı. İhtilaf edenlerse halifeye karşı çıkmadı, şiddete, çatışmaya başvurmadı. Bir yerde toplanıp ahalinin namusuna, malına ve canına tecavüz etmedi. Zaten çok da sürmedi ihtilaf edenler de sonradan biat ettiler.
Hz. Ebu Bekir’in ridde savaşlarında gösterdiği dirayet, istisnasız ümmetin tümü tarafından desteklendi. Her taraftan baş göstermiş isyan/ridde hareketleri, İslam ümmeti ve devletinin varlığına ve bekasına yönelik stratejik bir tehditti. Oysa bu şartlar ihtilaf edip halifeye ayaklanmak isteyenler için çok uygun fırsatı da doğurmuştu. Nitekim öylesi tekliflerle karşılaşanlar da oldu. Fakat hiç biri tenezzül etmedi.
Ebu Bekir’in gerek biat etmeyenlere karşı gösterdiği tavır, gerekse ridde savaşlarında gösterdiği dirayet siyasi ihtilafların nasıl çözüleceğine dair referans olacak bir uygulamadır. İki konuda da işi, din’de ihtilafa dökmeden din içi ihtilaf seviyesinde tutarak usulünce çözen Ebu Bekir’in büyük ferasetidir…
32.Hz. Ömer ve Hz. Osman’ın seçiminde ihtilaf olmamıştır. Bu iki halifenin şahadetine giden gelişmelerde ortaya çıkan ihtilaflar, makul sürede çözüme kavuşturulup halledilmiştir. Bunların başlarına gelenler, Mısır gibi önemli bir devletin, İran gibi bir imparatorluk ülkesinin fetihleri sonrasında ortaya çıkan çok farklı tepkilerin doğal sonucudur.
Kısa sürede hızla büyüyen ve sınırları alabildiğine genişleyen bir devlet söz konusudur. Çok farklı inanç gruplarını, değişik etnik unsurlardan müteşekkil ortalama ahalinin beklentilerini, yeni şartlarda henüz düzenlenememiş statü karmaşasını, politik münasebetleri, eski liderliklerini kaybedip sıradanlaşan mağlup devletlerin ve hükümetlerin ileri gelenlerinin sinsice yürüttükleri yıkıcı faaliyetlerini vs dikkate almazsak, iki halifenin başına gelenleri doğru bağlamda değerlendirmiş olmayız. Olan şeyler benzer şartlarda olabilir şeylerdi ve oldu. Buna rağmen ümmetin bu büyük badireleri en az hasarla atlatıp yolunda yürümesi önemlidir.
Kaldı ki halifelerin dünya hayatı ve ölüm hakikati ile ilgili inançlarını, inançlarının teslimiyetlerine yansıyan soğukkanlılıklarını akılda tutamazsak, ikisiyle ilgili yapılan alakasız yorumları sahici sanabiliriz. Bizce çağdaş yorumlar bu bağlamda okunamadığı için ya yanlış değerlendirilmekte, yada, meseleler ön yargıyla başka yerlere çekilmektedir.
Hz. Ömer devrinde sıkça dillendirilen ve başka bağlamlara çekilen farklı uygulamalar, gerçekte zaten var olan ama şartlara göre sıralama olarak, öncelik sonralık konusu olarak devreye sokulan uygulamalardır. Dolayısıyla herhangi bir hükmün iptali yahut yeni bir ‘icat’ söz konusu değildir.
Arazilerin dağıtımı, kalbi ısındırılacak olanlara ödeneğin kesilmesi, ehli kitabın kadınlarıyla evliliğin yasaklanması, ileri gelenlerin Medine’de ikamete zorlanması, komutanların değiştirilmesi, mürtetlerle ilgili farklılık vs, Peygamber devrindeki uygulamaların benzerleridir. Bunların din içi ihtilaf gibi algılanması dahi abartı sayılabilir.
Hz. Osman’ın ikinci dönemiyle ilgili olarak ezber yapılan “fitne ve fesad” klasiği, Abbasi tarihçilerinin icat ettikleri kadar nice sonra Şia’nın, ‘hakkı yenen Ali’ düşüncesiyle de bağlantılıdır. Halifenin dış siyasetle ilgili kimi yerlerde başarısız sanılan uygulamaları da bu bağlamda ele alınmıştır. Mesele, olabilir bazı şeyleri tarafgirlikle başka yerlere çekmekten kaynaklanıyor.
Fetihler ve onca karışık milletlerin katılımı sebebiyle doğal olarak ortaya çıkan, Hz. Ömer ve Hz. Osman devriyle başlayıp Hz. Ali devrine de yansıyan bazı olayları, artık belirginleşmeye başlayan nesil değişikliğini, yeni bir jenerasyonu, genç ve toy Müslümanları, farklı niyetlerle öne çıkıp etkinlik göstermek isteyen ama ihlas noktasında zafiyetleri olanları vs hesaba katmadan yapılacak yorumlar, bir tarih okuması değil, fanatik bir taraftarlık ve haksızlık olurdu.
Bu günkü dini telakkiye ve modern anlayışa dayalı yorumlarsa, siyasal ve toplumsal tecrübe ve donanım eksikliğiyle izah edilebilir. O gün bu gündür İslam’ın yayılmasını bir türlü hazmedemediği için iftiralarını hala sürdüren oryantalistlerin görüşlerini tekrar etmekse doğrusu, insafa yakışır değildir…
33.Hz. Ali’nin halife seçilmesi ile ilgili bir ihtilaf olmamıştır. Ona karşı ileri sürülen itirazlar, halledilmesi gereken işlerin öncelik sırası ve bürokratik atamalardır. Buna dayanarak onun devrinde ortaya çıkan ihtilafların vardığı yerse hem ilginç, hem de ibretliktir.
İlk ciddi ihtilaf Hz. Aişe liderliğindeki orduyla yapılan Cemel savaşıdır. Aişe anamız bir şekilde ihtilaf ettiği konuları savaşa kadar götürdü. Savaşı kazanan halife, karşı taraf mağlubiyeti kabul ettiğinde hiç bir şey olmamış gibi ‘insaflı’ davrandı. Kin güdüp katliama devam etmedi. Mağlup tarafın mallarını ganimet olarak almadı, kadın, erkek ve çocuklarını köle yapmadı.
İkinci durum, Muaviye ile olan ihtilaftır. Muaviye’de bir şekilde ileri sürdüğü ihtilafını devam ettirdi, iş iki ordunun savaşına kadar vardı. Savaş, karşı tarafın hakem isteği üzerine durdu. Halife, isteseydi yapabilecekken savaşa devam etmedi, daha ileri gitmedi ve hakem olayını kabul etti. Daha sonra meydana gelecek iki ayrı devlet olmayı gücü yetmediği için içine sindiremedi ama işi hileye, intikama da dökmedi.
Üçüncü durum, Sıffın savaşında hakem olayını kabul ettiği gerekçesiyle hem Muaviye’yi ve hem de halife Ali’yi tekfir edip ayrılan, ayrı bir beldeye yerleşip ordu kuran, kendi yöneticilerini ve kadılarını seçen, nihayetinde işi savaşa kadar götürecek olan Hariciler taifesinin durumudur.
Halife, hariciler şiddete başvuruncaya, insanların malına, canına ve namusuna tecavüz edinceye kadar hiç bir şey yapmadı. Onlar savaşı başlatınca halifenin ordusu savaş yaptı. Mağlup olduklarında haricilere katliam yapılmadı, malları müsadere edilmedi. Çocukları, kadınları ve kendilerini esir alınmadı. Savaştan geriye kalanlardan dileyenler ailesini ve mallarını alıp serbestçe istedikleri beldelere gittiler.
Haricilerle yapılan savaşta halifenin basireti ve uygulaması önemlidir. Kendisini tekfir ettikleri, ahaliye haksızca saldırıp tecavüz ettikleri, savaşta yenildikleri halde dahi halife, bunlara Kafir ordusu muamelesi yapmadı.
34.Belirtmeli ki gerek Ebu Bekir’in, Gerekse Ali’nin kendilerine biat etmeyenlere ve savaş açanlara karşı takındıkları tavır, yukarda zikrettiğimiz ayetten ve Hz. Peygamberin uygulamalarından kaynaklanan sahih uygulamalardır. Onlar neyin din’de ihtilaf, neyin din içi ihtilaf olduğunu çok iyi bildiklerinden şüphe yoktur. Bu iki halifenin tavrını kitap ve sünneti ihmal edip günümüz ulus devletin tekçi paradigmasıyla anlamak, mümkün değildir.
Bu bağlamda Hz. Osman ile Hz. Ali arasındaki tercihte karar verici olarak hakem tayin edilen Abdurahman b. Avf’ın iki adaya sorduğu ”halife olduğunuzda Kur’an ve sünnetten sonra sizden önceki iki halifenin uygulamalarını takip edecek misiniz” sorusuna Osman’ın “evet”, Ali’nin “hayır, onlar nasıl kendi tercihlerini yapmışsa ben de yaparım” cevabı büyük bir rahmettir. Kur’an ve Sünnet meselesi dinle ilgili olduğu için bu konuda ihtilaf zaten söz konusu olmazdı.
Dört Halife Devri İle İlgili Olarak Söylenmeli ki 
35.Dört halife devrinde meydana gelen ihtilaflar, siyasetin, devlet teşkilatlanmasının, hukuk düzeninin ve toplumsal işlerin çekip çevrilmesinin dayanağı noktasında olmamıştır. Seçim usullerinde, halifelerin şahsında veya meşruiyetinde de bir ihtilaf olmamıştır. Yani din’de bir ihtilaf yoktur.
 Bu devredeki ihtilaflar, kendi devirlerinde ortaya çıkan muhtelif meselelerdeki tavırlarıyla ilgili olarak, bürokratik atamalarda ve sorunların önem sırasına göre çözülmesinde görülmüştür. Bu ihtilaflar aynı din içinde kalan doğal ihtilaflar niteliğindedir, halli de din içinde kalarak çözülmüştür.
Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ali devrinde meydana gelen siyasi ihtilaflar ve ihtilafların halli, aynı din içinde kalanların ihtilafıdır, sonrakiler için referans alınacak misallerdir. Bu uygulamalarda önemli olan halifeye biat etmeyenlerle ilgili meseledir ki bizim buradan çıkarttığımız hususlar şunlardır:
Dini anlayış ve uygulayışta içtihadi çıkarım olarak ihtilaf edenler, meşru halifeye biat etmeyebiliyor. Bunlara iki türlü muamele yapılıyor. İlki, halifeye isyan edip şiddete başvurmadığı, ahalinin malına, canına ve namusuna kast edip tecavüz etmediği sürece, ihtilafı sürdürmek mümkündür.
İkincisi, biat etmeyenler ister mekan değiştirmeden, isterse halifenin hükümran olduğu bir beldede toplanıp birlikte yaşayabilir, içtihatlarınca amel edebilirler. O beldedeki ahaliye zulmetmeden, silahlı kalkışmaya gitmeden vergi toplayabilir, kadı tayin edebilirler.
Bu durumda kalanlar kafirlerle işbirliği yapmadıkları, onların ileri karakolu gibi hareket etmedikleri, Darü’l İslam beldelerinin işgaline yardımcı olmadıkları sürece, serbestçe yaşayabilirler. Muaviye’nin, Hz. Ali ile olan ihtilafında Bizans’ın kendisi lehine askeri ve siyasi destek ve yardım teklifini haince kabul edip sertçe cevaplayarak geri çevirmesi, buna misaldir.
36.İlk şıkta, Hz. Ebu Bekir’e biat etmeyen Hz. Ali ve benzerlerinin, Hz. Ali’ye biat etmediği, kendilerine has bir beldede toplandığı halde şiddete başvurmadıkları, ahaliye zulmetmedikleri ve kafirlere destek olmadıkları zamanki halleriyle Hz. Aişe ve taraflarının, Muaviye ve taraflarının ve haricilerin ilk durumuyla izah edilir.
İkinci şıkta, biat etmeyenler bulundukları beldelerde silaha sarılıp isyana kalkışır, ahalinin canına, malına ve namusuna tecavüz ederek zulmederlerse, halife bunlara savaşla karşılık verir ve cezalandırır. Buna rağmen cezalandırmada insaflı davranır, katliam, mal müsaderesi, köle ve cariye hukuku uygulamaz.
Bu hal, Hz. Ebu Bekir’in ridde savaşları, Hz. Ali’nin, Cemel ve Sıffin savaşları, silaha sarıldıkları zaman Haricilere karşı yaptığı savaşı ile izah edilir.
37.Bu misaller, hayatın doğal akışı ve insan tabiatı gereği mümkün olabilir din içi ihtilafın varlığına, ihtilafın çözüm yollarına dair sahih referanslarımızdır. Doğal olmayan, aynı dindeki müminler grubunun “din’de ihtilafa” düşmesi, kafirlerle Müslümanların aleyhine iş birliğine girmesi, ihtilafların çözümünü İslam dışı kaide ve kurallarla yapmaya gitmesi, iş din çatışmasına dökmesidir.
Nasıl ki müminler işlerini İslami şeri hukuk düzenine dayanarak çözmek için bir araya gelmiş topluluklarsa, topluluk içinde olabilir ihtilaflarını da aynı kaideye dayanarak çözmelidirler. Geçmişte yapılan budur.
38.Hatırlanmalı ki Müminler topluluğu biat/itaat toplumudur. Biat, yöneticiye gönülden, mali, maddi ve fikri olarak destek vermek ve itaat etmekle gerçekleşir. Fakat biat ve itaat yöneticinin İslami şeri hukuk nizamına uymasıyla kayıtlı ve şartlıdır. Bu olmadığı zaman ihtilaf söz konusu olur. İhtilaf, giderilmeyen bir haksızlığa dayanıyorsa isyan meşrudur. İsyanınsa sınırları vardır. İhtilafın ve haksızlığın halli ise yine şeri sisteme ve sahih referanslara dayanarak çözülür…
Geçerken söylenmeli ki, günümüz modern devletlerinde görülen iktidarı muhalefeti siyasi partiler arasındaki ihtilaf, aynı din içindeki ihtilaftır. Burada da ihtilafların çözümü kendi dinleri içinde kalarak halledilmektedir.
Şu farkla ki ulus devlet yapısında her hangi bir siyasi grubun devlete itaatsizliği söz konusu olduğunda, silaha sarılıp sarılmaması dikkate alınmadan en ağır suçla suçlanıp tecziye edilmekte, savaşçısı masumu ayırt edilmeden katliama gidilmektedir.
Son beş yüz yıllık dünya tarihinde görüldüğü üzere ulus devletler kurulurken yapılan ve yüzyılı aşkın süren iç savaşlar ve katliamlar, bu tür devlet anlayışlarında ortaya çıkmaktadır. Tarihçiler, bu devrede yapılan iç savaşları ‘din savaşları’ olarak niteleyip saptırarak yalan söylediler. Çünkü insanlar çok azı istisna bu savaşlarda canlarını dinleri uğruna değil, ulusları ve vatanları uğruna ortaya sürdüler.
Dört Halife Sonrası M.950’e Kadar
39.Dört halife devrinden sonraki ihtilafları kabaca şöyle kodlayabiliriz: Muaviye ile başlayıp Abbasilerle sürdürülen uygulama, hilafetin soya ve kana dayalı saltanat sistemine dönüşmesidir. Bu devrede sürdürülen siyasi ihtilaflar, yöneticiliğin soya ve kana ait olması konusundadır. İktidar ve muhalefet bu mesele ekseninde şekillendi.
Fiilen 948’e, hukuken 1250’e kadar süren bu devredeki bozulma, ümmetin elinden yönetici seçme veya tayin etme yetki ve iradesinin alınmasıyla sınırlıdır. Muhalefet, idarecilik yetkisinin şu veya bu soya ve kana dayalı olarak sürdürülmesi seviyesindedir.
Buna karşılık halifeler, şeri hukuk nizamına uyma ve siyaseti İslami siyasi fıkıh kurallarıyla yürütme konusunda ihtilaf etmemiştir. Yazılı hukuk kurallarına geçilmemiş, halife yasa çıkartma yetkisine sahip kılınmamıştır. Toplumsal işlerin şeri hukuk nizamına göre düzenlenmesinde de hiç bir sorun olmamıştır.
Aynı din içinde kalarak siyasi fırkalar olarak şekillenenler, ister iktidarda olsunlar ister muhalefette kalsınlar, kendi aralarında yöneticilik konusunda çekişme ve çatışmaları sürdürse de, Müslüman millet içinde fıkhı mezhepler olarak kategorileşse de, bütün fırkalar, din konusunda ihtilafsız müşterektiler. Dolayısıyla ihtilafları din’de değil, din içi niteliğinde devam etmiştir.
40.Halifelerin şahsi takvasında, kimi uygulamalarında zulme varan bozulmalar görülse de bunlar genele şamil ve sürdürebilir olmamıştır. Zira halifelerin yönettikleri mülkün/devletin dayandığı, devletlerini var kılan millet, İslam milletiydi. Millet devlete biat akdiyle bağlandıkları için devletin/mülkün asıl sahibiydiler. Halifeler de bunun farkındaydılar.
Dolayısıyla bu millet, devleti hesaba çekme ve denetleme yetkisi elinde olan bir milletti. Bu sebeple halifelerin toplu isyana varacak yaygın bir zulmü veya din değiştirip başka bir dine geçerek hükümranlığını yeni dinine dayandırması söz konusu olmamıştır.
41.İhtilaflarını isyan ederek çatışma seviyesine çıkartan en meşhur misallerden Hz. Hüseyin’in ve Abdullah b. Zubeyr’in Emevi’lerle, Ehl’i Beyt’in Abbasilerle sürdürdüğü ihtilaf, din’de bir ihtilaf değildi. Bunların hiç birisi, isyan ettikleri halifelere, tevhid dininden ayrılıp başka bir dine geçtikleri, cahiliye hükmüyle hükmettikleri, kafirlerle işbirliği yaptıkları suçlaması yapmadı.
Bunların ayaklanma gerekçeleri, ümmetin halife seçme yetkisinin elinden alınması, onun yerine kana ve soya dayalı saltanat sisteminin dayatılması sebebiyledir. İhtilaflarının gerekçesi buraya dayalıdır.
Kaldı ki ayaklananlar yeteri kadar haklı gerekçeye dayansalar da, ayaklananların halifeliğin Umeyye soyuna değil de Ali Soyuna, yahut Zubeyr soyuna, veyahut Abbasoğulları soyuna değilde Ehl’i Beyt’ten birine ait olması gibi nazik bir mesele de söz konusu edilebilir. İki şeyi birbirinden ayırmak önemlidir.
Ayaklananların ihtilaf etmeleri doğaldı, ayaklanma gerekçeleri de haklıydı. Belirli merkezlerde toplanıp kendi uygulamalarını yürürlükte tutmaları da haklarıydı. Bunlar Müslümanların alışık olduğu şeylerdi. Burada doğal olmayan iki şey vardı:
İlki, ayaklananların bir zalimi ve soya dayalı destekçilerini yıktıklarında, yerine kimin getirileceği, gelenin kimlere dayanacağı, adil biri getirilse de ayaklananlar arasında olanların güttükleri amaç farklılığı sebebiyle, yıkılanlardan daha adil olup olamayacakları meselesiydi.
Nitekim ehli sünnet, mutezile ve diğerleri bu sebeple ayaklananları dayandıkları fikirleri sebebiyle haklı bulup idareciye karşı sonuna kadar destekledikleri halde, fiili ve fiziki destek vermediler. Bunların tavrı ayaklananlara kıyasla zalimden yana olmak asla değildi. Buradaki ince detay önemlidir.
İkincisi, ihtilafların halli meselesidir. Ayaklananlara karşı otoritenin tavrı  Kur’an hükümlerine, sünnete ve raşit halifelerin uygulamalarına uygun düşmemiştir. Burada haddi aşmış zulmetmişlerdir. Çünkü ayaklananlar kafirlerle işbirliği yapmadılar, ahalinin malına, canına ve namusuna tecavüz etmediler… Bu da kötü bir gelenek/sünnet oluşturmuştur.
M.950-1839 Arası
42.Buveyhi’lerin Bağdatı askeri olarak işgal ettiği 950’den sonra Halifelik fiilen sona ermiştir. Artık halifenin siyasi hükümranlığı, maliyesi, askeri, donanması kalmamıştır. Fakat işgalciler, kurucu ana unsur olarak devletin sahibi olan İslam milletini yönetebilmek için sembolikte olsa halifeliği yaşatmak zorunda kalmışlardır. Aynı gerekçeden hareketle, toplumsal işlerin şeri nizama göre düzenlenmesine asla müdahale edememişlerdir.
Siyasi olarak fiilen sultanlık, sembolik olarak halifelik sistemi, 1050’lerde Buveyhi’leri yenip Bağdat’tan atan Selçuklu Beyi Tuğrul’la devam etti. 1250’den sonra Şam ve Mısır’da Memluküler, İspanya’da Endülüs Emevileri, Endülüslülerin içinden çıkıp Tunus merkezli Afrika’da hüküm süren Murabıtlar ve Muvahhidler, Hindistan ve İran’da şahlar, Semerkant’ta Timur ve Batı Anadolu’da Beylikler ile devam etti. Bu süreçte tek halifelik değil aynı dönemde ikili üçlü halifelik ortaya çıktı. Bu devre ‘sultan halife’ devridir.
Halifelik 1500’lerin başında Yavuz Sultan Selim eliyle Osmanlı’ya geçti. Yavuz, son Abbasi halifesini İstanbul’a getirip sistemi sürdürmek istediyse de çok sürmedi sultanın kendisi halife oldu. Bundan sonra ‘halife sultan’ devri başladı. Osmanlı yıkılıp Türkiye Cumhuriyeti devleti kurulduğunda 1924’te halifelik kaldırıldı. Mısır’da ve Kudüs’te halifeliği yaşatma denemeleri olduysa da başarılı olamadı ve halifelik tarihe havale edildi…
43.Sultan halife veya halife sultan sisteminde hemen hemen benzerlik vardır. Sistemde siyasi idare, devleti teşkilatlandırma ve yasama faaliyeti, sultanın elindedir. Sultan, hem kurucu lider, hem de kendisinin liderliğini tescil için atalarından devraldığı yasalara kendi dönem şartlarına uygun ilaveler yaparak, yönettiği ve fethettiği ülkelerdeki örfü de yasalaştırarak bu alandaki yetkisini kullandı.
Siyasi alanla ve devletin teşkilatlanmasıyla sınırlı olmak kaydıyla yasama ve yönetmenin kaynağı hem soya ve kana dayanıyor ve hem de sultanın yasalarına dayanıyordu. Bu alandaki yasamanın dayanağı nazari olarak şeri hukuk nizamı olmaktan çıkmıştı. Buna rağmen çoğunlukla yasa ve yasaya bağlı düzenlemeleri şeri hukuk sistemine uyarlama ameliyesi devam etti.
Sultanlar, mülkünün ya da devletinin ana unsurunun Müslümanlar olduğunu bildiği için, toplumsal işlere hiç müdahale etmediler. Çünkü askerlik, cihad, bürokrasi, eğitim ve mahkeme sistemi Müslümanlardan soruluyordu. Bu alandaki bütün işlerin dayanağı İslami şeri hukuk nizamıydı.
Bu devrede Müslümanlar devlete biat akdiyle bağlandılar. Milleti hakime olarak devleti hesaba çekme ve denetleme yetkisi ellerinde kaldı. Bu sınıfa ‘Beraya’ dendi. Diğer milletler devlete zimmet akdiyle bağlandılar, kendi içlerinde özerk oldular, itaat eden unsurlar olarak statü sahibi oldular. Bu sınıfa ‘Reaya’ dendi.
Bağımsız alimler yada kurumsal olarak devletle ilişkili görevli ilim ehli, eğitim sistemini İslam’a göre devam ettirdiler. Bu alan Müslümanların yetkisindeydi. Bu merkezlerden üretilen bilgi devletin ve toplumun ihtiyacını karşılıyordu. Bunun yanında alimler sultanlara nasihat etmeyi hatta zaman zaman onlarla çatışmayı asla ihmal etmediler.
Yöneticide aranan vasıflar, siyasette ve adli mekanizmada adalet, zayıfın korunması, vergi toplama ve kamu hizmetinde harcama gibi konularda yazılı ve sözlü uyarılar hep sürdürüldü. Söylenmeli ki alimlerin siyasi alanı sahih hale dönüştürme yani yöneticiyi seçme imkan ve güçleri olmadı…
Bizce bu devredeki ihtilaflar da din konusunda olmayıp, din içindeki ihtilaflar niteliğindedir. Her ne kadar fiili durum olarak siyasi tarafta sultanın cebir gücü esas olsa da, hem devlet katında hem de toplumsal işler katında meşruiyet, dayanak hep İslam’dı. Hukuk düzeni İslami şeri hukuk dayanaklıydı. Devlet kendisini İslam ile bağlı kılıyor, İslam’ı muhafaza ve müdafaa ediyordu.
M.1839 Sonrası
44.Tanzimat fermanı tarihsel çizgide başka bir kırılmanın baş gösterdiği ilklerin devresidir. Devlet kendini yeniden tanzim etmeye karar vermişti. Düzenleme, devletin kendini İslam’dan bağımsız kılmasıyla başlar. Artık devlet kendini İslam ile tanımlamayacaktır. Onun yerine modern Batı fikrine dayalı modern devlet yapısı model alınacak, reform süreci başlayacaktır.
Tanzimat devriyle başlayan yenilikler daha çok siyasi alanda uygulanır. Askeri düzen, bürokratik eğitim sistemi, kurumsal yapı bütünüyle Batılı sistemi taklit eder. Bu geçişler zaman içinde toplumsal alana da yansıyacaktır.
Dini tanımla tasnif edilen millet sistemi kaldırılmış, eşit yurttaşlık sistemine geçilmiştir. Vergi, askerlik, kamu hizmeti, eğitim, adli sistem, üretim, ticari ve mali sistem yeniden düzenlenmiş, batılı sistemde olduğu gibi bütün yurttaşlara eşit hak ve yetki olarak tanınmıştır.
Bu yenilikler, devletin artık ‘milleti hâkime’ (hükmeden-berâya) statüsüyle Müslümanlara dayanmadığı, Müslümanların da ‘milleti mahkûme’ (hükmedilenler-reâya) statüsüne düşürüldüğü vakasını getirecektir. Dolayısıyla devleti sigaya çekecek olan millet değil, değerleri hükümran edildiği için Batılılar olacaktır.
Buna rağmen cumhuriyete kadar hukuk sistemi, adli mekanizma, yasama (mecelle) ve eğitim sisteminde örfi ve şeri olmak üzere ikili bir sistem sürmüştür. Yani toplumsal alandaki işler hala şeri hukuk sistemine dayalı olarak yürütülebilmiştir. Cumhuriyetle birlikte artık toplumsal alandaki ikilik de ortadan kaldırılacak, işler bütünüyle laik, Batılı ve tekli sisteme uyarlanacaktır.
Günümüz Fotoğrafı
45.Bize göre Tanzimat devrinde siyasi alan dinden kopmuş, toplumsal işler dine dayanarak yürütülebilmişti. Cumhuriyet devriyle birlikte toplumsal alandaki işlerde dinden kopmuştur. Dolayısıyla Cumhuriyete kadar olan devreyi din içinde ihtilaf, cumhuriyet sonrası ve günümüzü din’de ihtilaf olarak niteleyebiliriz.
Din kavramıyla ilgili yazının başında yaptığımız açıklamalar hatırlanırsa muradımızın anlaşılabilmesi için günümüzde değişime uğrayan din telakkisine değinmekte yarar vardır.
Modern tarihsel süreç neticesinde oluşan şartlarda din artık sosyolojik bir kategoridir. Devlet  ile din münasebetlerinde kimi yerlerde bazı dinler daha eşit olsa da, devletler katında bütün dinler hukuken eşittir. Siyasal, yasal, mali, adli, bürokratik, güvenlik alanına karıştırılmazlar. Herhangi bir din tek hak iddiasıyla siyasi hükümranlık ve toplumsal düzenleme iradesinde bulunamaz, şayet böyle bir şey olursa yerelinden dünya sistemine kadar hemen tepki görür.
Dolayısıyla din, kişisel bir inanç, vicdani bir kabul, bireysel bir ahlak ve ibadet hükmündedir. Kamusal alan ile özel alan ayrışmıştır. Din, sivilleşmiş bireylerin özelidir. Böylesi bir dini telakkide inanç unsurlarıyla toplumsal ve siyasal işlerin bütünleşmesi söz konusu olmaz. Bu hal kitap ehlinin dinine işaret eder.
46.Şu halde günümüzde, dünyevi bütün işlerini şeri hukuk nizamına dayanarak çözmek için bir araya gelmiş  Müslüman bir milletten bahis yerine, ortak dil, tarih, kültür, vatan ve millileşmiş din değerleri üzerine birleşmiş ulus toplumlar içinde şekillenen, sivil toplum ve insan hakları taraftarlığından bahsedilebilir. Kur’an ve sünnet temelli bir siyasetten bahis yerine, laik ve liberal temelli demokratik bir siyasetten bahsedilebilir. Mümin bir kul yerine özgür bir birey kimliği söz konusu edilebilir.
Bu çerçeveden bakıldığında nitelik ve meşruiyet noktasında doğal olarak din’de bir ihtilaf söz konusudur.
Fotoğrafın Kareleri
47.Kur’an’da Müslümanların siyasi hükümranlık sağlayamadığı yerlerde gerek müşrik toplumun kendi içinde aynı dine inananlar, gerekse dini inanç farkı nedeniyle şirkten kopup kendi aralarında bir araya gelmiş küçük inanç gruplarından bahsedilir. Bunlar iki halde de kendi dinlerine inanmış, detay farklılıkla gruplaşmış, işlerini kendi inançlarına veya görüşlerine göre yürütmek için birlik olmuş gruplardır.
Bu grupların istikameti İslam cemaatine, milletine, ümmetine doğruysa olumlu, değilse parçalayıcı nitelik taşıdıkları için olumsuz olarak nitelenirler. Ayetlerde bunlar “Şii, Ferik, Fevc, Taife, Hizb” olarak isimlendirilir.[7]
Cemaat kelimesi Mekki surelerde, müşrik toplumdan kopmuş olma vasfı ile üç yerde geçer.[8] Diğer küçük gruplar olumlu istikametteyseler bu cemaatin yahut müminler grubunun parçaları olarak anlam kazanır. Bu halleriyle din içinde ihtilaf edenler olarak nitelenirler.
Gerek cemaat, gerekse cemaat istikametine yönelen gruplar İslam milletinin mensupları olarak kendi içlerindeki işlerini “şeriata uyarak”[9] yürütürler. Bunlar cahiliye hukukuna dayalı hükümranlığı temsil eden yönetim yahut devletle olan münasebetlerindeyse din’de ihtilaf edenler olarak tavır belirleyecekler. Yukarda izah edilen Hz. Peygamberin Mekke’deki hayatı bunun nasıllığını örnekler.[10]
48.Ülkemizde sivil toplum biçiminde ve insan hakları çerçevesinde bir araya gelmiş grupların dini telakkileri nedeniyle, şu veya bu sebeple, şu veya bu araçları kullanarak, şu kadar veya bu kadar olsun devletle olan mesafesini ve münasebetlerini din’de ihtilaf kategorisinde kuramaması gibi bir durum söz konusudur. Vaziyet doğal olarak tutarsızlığı, giderek bozulmayı teşvik etmektedir.
Bu hal, Kur’an talebeliği, hadis taraftarlığı yahut karşıtlığı, gelenek savunuculuğu yahut karşıtlığı, modernleşme düzenekli sabit din değişken şeriat icatçılığıyla vs meşrulaştırılmaya çalışılsa da, olumsuz manada Şii, Ferik, Taife, Hizb gibi parçalayıcı unsurları andırmaktadır.
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
[1]Hucurat suresi 9.
[2]Enam suresi 56.
[3]Misal olarak Araf suresi 65, 73-74, 80-81, 85-87 ve ilerleyen benzer ayetler.
[4]Mümtehine suresi 4.
[5]Kehf suresi 9-16.
[6]Yunus suresi 78.
[7]Şura suresi 71, Nebe 18, Nasr 2…
[8]Meryem 69, Hicr 10, Enam 85… Detay için H. Alan, Siyerin gölgesinde 2, Beyan yayınları, sh 352 ve sonrası
[9]Casiye suresi 18. Ayet Mekkidir. Müşrikler atalarının yoluna ve geleneksel hukuka uyuyorlar. İman edenlerse şeriata uyacaklar.
[10]Detaylar için siyerin gölgesinde 2’ bakınız.

Bu Yazıyı Paylaş

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir